Çarşamba, Eylül 28, 2011

1 motor , 2 kişi, 8 Ülke, 13 gün ,6000 km !! SAYILAR ILE MUCİZE

Bu ,şahane, ilginç, heyecanlı, yorucu, bazen bezdirici, çoğu zaman enteresan yolculuğumuz hayatımızın mihenk taşı oldu. O güne dek yaptığımız uzun motor yolculuklarının anasıydı ve en büyük anısı olacaktı!



Tek motor, karı koca buna baş koyduk, 2 sene boyunca konuştuk ,planlar yaptık, hayaller kurduk karar verdik ve şimdi bunu başardık, ardımızda harika, deli dolu ,çılgın 13 gün ve 6000 km bıraktık.

Bu tip seyahatleri minimum 2 motosiklet yapmak daha doğru. Yolda olabilecek herhangi bir kaza veya sorun diğer motorlunun müdahalesi ile olası riskleri minimuma indirir. Ama bazen planlanan şeyler son dakika 180 derecelik değişimler ile gerçekleşmeyebiliyor, bu gibi durumlarda derin nefes alıp , moral bozmadan hayallerin peşinden istikrar ile devam etmek gerek, Hayat’ı kaçırmamak adına! 2 sene önce konuşulmaya başlanan ve 6 ay önce planlamaları başlanan bu gezi hayatımızın gezisiydi ve bunu gerçekleştirmek için hastalık dışında hiçbir engel olmamalıydı, nitekim başardı da  gurur ve mutluluk ile…




Gitme kararından sonraki ikinci adım rotayı oluşturmaktı. Burak ile baş başa verip nasıl bir rota izleyeceğimizi, gün sayısı, zorluğa dayanma gücümüze bağlı olarak ülke ve km hesabını yaptık ve aşağıdaki rota çıktı.Cumartesi sabahı saat 06:00 da Çengelköy –İstanbul çıkışı ile saat 8:30 da İpsala sınır kapısındaydık. Oldukça rahat bir 2,30 saatlik yolculuktan sonra yine çok rahat bir şekilde Türkiye’den çıktık. Askerlere el salladıktan sonra Yunan kapısına yöneldik.  




 



 Yunan tarafı bir sorun çıkartır mı endişemiz vardı ama tüm evraklar tamamdı, uluslararası sürücü belgemiz bile vardı. Yunan polise yaklaşıp evrakları uzatıp bu belgeyi görünce çok şaşırdı, gülümsedi ve tebrik etti bizi , bu tepkisinden şunu çıkardık: çoğu çıkış yapan Türk sürücüde bu belge olmuyor ve sınırda ,polise takılınca temin ettiriliyor, bizde bu belgeyi hazır görünce şaşkınlığı ve memnuniyeti bundandı. Esprileri ve güler yüzü ile bizi hemen yolcu etti, eşyalara bakan polisler dahil çok sevecen davrandılar, hiçbir kontrol yapmadan yolumuzu açtılar. Keyfimiz yerinde bastık gaza, kulaklıklarımız açık birbirimiz ile sohbet ede ede Igoumentisa’ya yollandık. En uzun rotamız bu olacaktı, yaklaşık 900 km. Otoban gayet düzgün idi. Ara ara durup otobandaki kafelerde bir şeyler atıştırdık. Kavala çıktı karşımıza, hadi girelim dedik, metnini duymuştuk, turistik bir şehir olduğunu biliyorduk ve daldık kıyı şehri güzel Kavala’ya. Tur atıp , sahile inip ,etrafa bakıp çıktık. Tabi ilk ucuz benzinimizi de buradan aldık. Kavala çok etkileyici değil ama görülmeye değer. Sahil bölgeleri güzel, şehir merdiven şeklinde dağa kurulmuş.



Otobandan devam ederek Igoumentisaya 120 km civarı son molamızı yaptıktan sonra yine 120-130 ile boş otobanın sol şeridinde giderken birden bire motor istop etti. Şok ile motoru sağ acil yola çektik. Daha önce Saffet ustanın bizi uyarması ile GS 1200 model motorlarda sık sık karşılaşılan yakıt pompası elektrik modülündeki arıza sorunu ile baş başaydık. Otobanın ortasında, her yere uzak, tek tük arabanın geçtiği, hiçbir yerleşim yerinin olmadığı bir yerde..

Hemen BMW Yunanistan’ı aradım, önce bana hangi ülkeden olduğumuzu ve plakayı sordu, ardından yardımcı olabilmeleri için bizim Türkiye BMW yi arayıp, onların kendilerine ‘yardımcı olun’ demeleri gerekiyormuş. Burak Borusan BMW ‘yi aradı, telefondaki kişi gayet umursamaz, havalı bir şekilde Türkiye’den hiçbir şey yapamayacaklarını lütfettiler. Zaten bozuk olan moralimiz sinir harbine dönüştü, tekrar Yunan BMW ‘yi arayan ben sürekli ret cevabı yada başka kanallara aktarılmaya başladım. Arayacağız sizi deyip aramayan kişiler, cumartesi olduğu için aracı bulunmayan çekici firmaları vs , dağıldık…

Tesadüfen yoldan geçen Yunanlı bir motorluya el attık, yanımıza geldi (Japon motor kullanıyordu) yardımcı olmaya çalıştı, motora baktık, Burak Türkiye Saffet ustayı aradı, dostlarını aradı vs.. moralimiz sürekli bozuluyordu. Bekleşirken ve 28 telefon görüşmesinden sonra karayolları aracı yanımıza yanaştı. Nasıl yardımcı olabileceğini konuştuk. Onlar ile de 45 dk. geçirdikten sonra bulunduğumuz noktaya en yakın şehir olan Metsovo ‘a çekici ayarlanabileceğini, 120 Euro olacağını, yada Selanik’e geri götürülebileceğimiz (400 Euro ) seçenekleri sunuldu. En yakın şehir 40 km civarı bir kayak merkezi kasabasıydı. Orada tamirci yada servis yoktu ama orada 2 gece kalıp p.tesi bir çözüm bulunması önerisi çıktı. Mecburen kabul ettik. 1 saat sonra yine Burak , ben ve motorumuz otobanın ortasında çekici bekliyorduk. Araç geldi, motoru ve kendimizi yükledik ve kasabaya doğru yol almaya başladık.



Hiç İngilizce bilmeyen şoförümüz ve şahane dağ manzarası eşliğinde. Garip bir yerde durduk. Eski , paslı arabaların ,terk edilmiş kamyonların olduğu , 2 derme çatma sanayi dükkanının bulunduğu bir yer. Burak oldukça işkillendi (bunu daha sonra geziyi konuşurken itiraf etti, türlü senaryolar ile kafasını meşgul etmiş durmuş, benim ise aklımın ucundan kötülük geçmedi) ama yapacak da bir şey yok, motor yürümüyor.. Orada bizi arabasıyla alıp kasabaya indirmek üzere bekleyen gençten bir adam ve küçük oğlu, ‘merak etmeyin motor bir şey olmaz’ dedi, tabi ne kadar rahatladık, tartışılır  . Külüstür arabasına çantalarımız , kasklarımız ve kendimiz binerek 3 dakikada şahane bir kasabaya geldik. Şirin bir otelin önünde durup yeriniz var mı diye sordu ve biz mutlu mesut arabadan inerek gerçekten lüks sayılabilecek otelimize 2 gece için yerleştik. Gecesi 70 Euro olan otel kışın kar sporlarının yapıldığı ve oldukça meşhur olan bir bölgede olduğumuzu daha sonra kasabayı gezmeye başlayınca anladık.

Moralimizi yüksek tutmaya çalıştık. Kasabanın tadını çıkardık, meydanında yaşlılar ile pinekledik, kilisede düğüne katıldık, güzel yemekler yedik, şahane manzarasını seyre daldık, çimlerde sere serpe uyukladık.

Pazar günü dinlenmiş olarak kalktık ,harika bir kahvaltı sonrası kasabayı gezmeye çıktık. Burak’ın aklı motorda olduğundan ‘şu yere gidip bir motora baksak ‘dedi, yürüyerek 20 dakikada ulaştık, sinsice yaklaşıp dükkânın içine baktık, bizim makine sağ salim yerinde duruyor, derin bir OHHHH…


Kasabaya döndük. Şansımıza o gün meydan kilisesinde düğün vardı. Ben fotoğraf makinamı kaptığım gibi daldım kalabalığın içine. Güzel yemekler yedik, meydanda yaşlıları izledik, tüm yaşlı erkekler aynı tüpteydi sanki. Önce anlayamadığım ama daha sonra iyice dikkat edince fark ettiğim bir ayrıntı yüzünden hepsi aynı idi. Özel el yapımı uzun bastonları ve şapkaları ile. Neredeyse tamamında aynı tip baston ve şapka kilisenin bahçesinde , meydandaki banklarda, parklarda her yerde görünüşleri, oturuşları, giyimleri, konuşma tarzları aynı idi. Kasabanın ortasında yer alan şahane manzaralı parka çıkınca gördük ki bu yaşlıları belki de temsilen yapılan (yunanca okuyamadığımızdan ) aynı görüntüdeki yaşlı adam heykeli o yaşlı adamlardan biriydi. Aynı baston, aynı şapka, aynı giyim tarzı.. ilginçti. Tüm gün aynı yerde , aynı arkadaşları ile aynı sohbetleri yapıyorlar ve çok mutlu görünüyorlar ..daha ne olsun?





                      tişörtümde yazan : CLEAR THE MIND !

Pazar akşamı güzel bir ‘grek salad’, tavuk ve patates kızartmasından sonra yarının endişesi ile uyuduk. Sabah ilk iş yine şansımı denemek istedim ve bulunduğumuz kasabaya yakın Ioanina ‘daki BMW yi aradım, arayacağız dediler ,arayan soran gene yok. Tabi bu arada cumartesi binmemiz gereken Bari feribotunu kaçırdık, şükürler olsun ki erteletip p.tesi akşamına aldırabildik. Motorumuzun olduğu yere gittik, hiç İngilizce bilmeyen çekici firması sahibi ile anlaşmaya çalıştık, onlara göre en mantıklı karar şansımızı deneyip Ioanina ya gitmek, orada oldukça iyi bir motor tamircisinin olduğunu ve her tür motoru tamir ettiğini söylediler. Adama ve içgüdülerimize güvendik ve kabul ettik. Ioannina’ ya 120 Euro + 10 Euro bahşiş ile ulaştık. Hakikaten ilginç bir şehirdi Ioannina, sağlı sollu motor mağazaları ve tamirhaneler vardı. Motorumuzun tamir edileceği yere ulaştık, 40 yaşlarında , Japon motorlar tamir eden adam (kendisi de japon kullanıyordu)motoru görüp sorunu duyunca güldü ve aynı şeyi söyledi ; Bu modelde hep aynı sorun oluyor, ben tamir edeceğimi getirin’’ 

Motorun deposu yeni full’ enmişti. Tamire başlamak için depoyu boşaltmak gerekti. 45 dakika bu işlem sürdü. Ardından adam sorunlu parçayı söktü, kendisi özel bir mekanizma yaptı ve bu şekilde bir mekanizma ile 40,000 km garanti verdi. Bozulan parçayı da bize hediye etti . Burak kontağı çevirip motor çalışınca bu sesi bu kadar duymak isteyeceğimizi ve bu sesi bu kadar çok sevdiğimizi bilmiyorduk.

Bu sorundan kaynaklı sebep ile 2 gece kalmayı düşündüğümüz belki de İtalya’nın en güzel noktası olan Amalfi coast kısmını es geçmemiz gerekti .Buna çok üzüldük çünkü Amalfi, Positano şahane yerler ama biz burada kalamayacaktık. Yaptığım rezervasyonu iptal ettim.

Motorumuza bindik be bastık gaza, Burak önce çekine çekine gitti ama baktık her şey şahane moralimiz yerine gelmeye başladı. İstikamet : Igoumenitsa.

************************************

Saat 14:00 gibi Igoumentsa’ya geldik. Öğlen yemeğimizi yedik, geminin yerine bakmaya ve check –in yaptırmak üzere limana gittik. Bu işleri halledince gece 12 ye kadar bol vaktimiz vardı. Kafe –restoranların olduğu işlek ve turistik kısma dönerek zaman geçirmeye ve dinlenmeye başladık. Bir ara deniz kenarında dinlendik, yedik ,içtik. İnsanlar ile kaynaştık, düşen ve dizi yaralanan küçük kıza doktorculuk yaptım, Türk plaka gören şaşkın insanlar ve garsonlara rotamızı anlattık, kendimizle gurur duyduk ve akşam oldu.

ilginç Almancı manzaraları eşliğinde Bari ye kalkacak geminin sırasına girdik. Etrafımız karavanlar ile çevriliydi. Bizi görüp hakkımızda tahminler yürüten insanlar gelip bizimle tanıştı, yaptığımızın hayatlarının rüyası olduğunu söyleyen adamlar bize gıpta ile bakan yüzler ve takdirin okunabildiği gözler. 1 saat rötar ile gemiye bindik. Biz bileti satın alma döneminde oda olarak yer kalmadığı için güverte kısmındaydık. Uyku gelmeye başlayınca yanımızda olan uyku tulumlarının yere yayıp içine kıvrıldık ve uyuyabildiğimiz kadar uyuduk. Kötü bir uykuydu . Sabah saat 9:30 gibi Bari’deydik. Pek bir özelliği olmayan , liman şehri.





2 gün kaybettiğimizden Italya’nın en güzel bölgelerinden Amalfi’ de kalamamanın üzüntüsü ile oraları görme isteği ile dedik ki: hızlıca Amalfi ‘yi görüp Roma’ya geçelim ama yolda ilerledikçe bunun mümkün olmayacağını anladık. Yol uzundu ve biz Roma’ya gece girmek istemiyorduk. GPS de sürekli bizi şaşırttığından maalesef Amalfi kısmının es geçtik. Otobandan Roma yolunu tuttuk. Bari –Roma arasındaki yol çok güzeldi, özellikle kasaba yolları (en güzel fotoğraflarımı buralarda, hareket halindeyken, motor üzerinde çektim) , GPS ‘in ayarından sanırım sürekli bizi otobandan çıkarmaya çalışmasına rağmen inat ettik Roma’yı bulduk )) eee ne demişler: tüm yollar Roma’ya çıkar…




Bir ara yağmur bastırdı , hemen üst geçitin altına sığındık ve yağmurlukları giydik



Roma’da , Roma Camping ‘te bungalovda kalacaktık. Camping’imizi bulduk, çok sevdik. Odamıza gittik, 4 bungalovdan oluşan , önünde piknik masaları ile şirin mi şirin bir yer…derken, etrafımızda kalan 17-19 arası İngiliz gençleri hesaba katmadan hızlı karar verdiğimizi anladık. İnanılmaz yorgunluğumuz ve sakin yerde kalma isteğimiz beni harekete geçirdi ve gidip hemen oda değişikliği talep ettim. Anında yardımcı oldular ve sakin ,daha hoş olan odamıza geçtik. Ne de olsa 2 gece kalacaktık ve dinlenmeye ihtiyacımız vardı.







Tüm bunların yanında motorlu olmanın en güzel taraflarını keşfediyorduk bu gezimizde. Motorlulara gösterilen ilgi, saygı Yunanistan sınırından geçtikten hemen sonra bizi ihya etti. Hiç bu kadar mutlu, sakin, güvenli motor kullanmamıştık. Sol şeritte giderken , sağ şeritte önde olan araba bizi aynasında gördüğü anda neredeyse acil şeride geçerek yol veriyordu. Önceleri buna çok şaşırıyorduk, buna alışkın değildik .Türkiye’de tam tersi bir anlayış olduğundan ilk günler bu bize tuhaf geldi ama zamanla bunun nasıl bir keyif olduğunu gördük ve motorlu olmanın tadını sonuna kadar yaşadık, keşke dedik keşke…


Çarşamba günümüz motorsuz ilk günümüzdü. Romadaydık ve şehrin tadına bakma vakti gelmişti. Sabah kalkıp kamptan kalkan minibüse binerek Vatikan durağında indirildik. Vatikan’ı gezmek başlı başına bir gün gerektirdiğinden şehri gezmeye karar verdik. Elimizde harita ile düştük güzel Roma sokaklarına. Nehrin üzerinden sırasıyla Popolla Meydanındaki Mısır’dan hediye gelen dikili taş , İspanyol merdivenler, aşk çeşmesini, bembeyaz Vittorio Emanuele anıtı ve Meçhul asker anıtı aynı zamanda kültür binası, sağlı sollu yapılan kazılar ve devam eden restorasyonu, Collesium’ u dolaştık. Ispanyol merdivenlerinde Roma dondurması yedik, Aşk çeşmesinde para atıp dileklerimizi diledikten sonra makarna yedik, yağmura yakalandık yanımızda yağmurluklarımız vardı tabi  , Kültür binasına hayran kalıp, merdivenlerinde durup akan şehri izledikten sonra, biletlerimizi alıp Collessium’a girdik (kişi başı 12 Euro). İtiraf etmeliyim ki bu yapının dışı içinden çok daha etkileyici. Oradaki havayı soluyup, eski günleri hayalimizde canlandırıp oradan çıktık. Kampımıza önce otobüs ile dönmeye karar verdik ama şöyle filmlerde ( Roma tatili filminde) gördüğümüz şirin bir cafe bulup etrafı seyrederek oturmak istedik ancak uzun bir yol yürüyüp hayalimizdeki sokak kafesini bulamayınca ve biraz da yorgun olduğumuzdan taksi’ye atlayıp kampımıza geri döndük. Kamp’ın barından sıcak su alıp, marketinden de abur cubur edinince bungalov bahçemizde şahane bir çay keyfi eşliğinde o günün fotoğraflarını sevgili takipçilerimi mutlu etmek adına facebook’a yükledim. Sonraki gün bizi Toskana bölgesinde uzun bir sürüş bekliyordu. Siena ardından Floransa hızlıca gezilecek ve Venedik’te kampta konaklanacaktı.















**********************

Toscana bölgesi zaten başlı başına şahane bir yer. Sağlı sollu servi ağaçları, üzüm bağları, çiftlik evleri, muhteşem manzaraları.. Tam fotoğraflık, ama bizim durup fotoğraf çekmeye zamanımız yok. Dolayısıyla ben yine seyir halinde çekebildiğim kadar çekmeye uğraşarak yol alıyoruz. Şahane kasaba ve köylerden geçerek önce Siena’ya varıyoruz, GPS yine bizi sürekli yanıltsa da içgüdü ve tabela yardımı ile ve arada sorarak yolumuzu buluyoruz. Siena, İtalya’nın en eski şehirlerinden. Orta İtalya'daki Toskana bölgesinde 13. yy'dan kalmış ve günümüze kadar dokusunu koruyabilmiş bir şehirdir. Siena , Romus’un oğulları Senius ve Acius tarafından kurulan daracık sokaklardan kocaman bir meydana açılan kırmızı renkli şehirdir. Muhteşem bir yer, içinde kaybolmak istiyorsunuz, gerçi biz benim yüzümden azcık kaybolduk , Şehrin eski silueti içinizi titretiyor, şehre 2 veya 3 devasa kale kapısından giriliyor. Motorumuzu girişlerden birine , onlarca motorun arasına hiç aklımız kalmadan bırakıyoruz. Sırt çantalar kask ve montları alıyoruz ve dalıyoruz kafamızın estiği gözümüzün ilk gördüğü yere, hiç düşünmeden ,harita kullanmadan. Kiremit, sarı, bordu, kahve tonlarının oluşturduğu bu şahane şehir aklımızı alıyor, taş zeminler, kiliseler, eski insanlar, sanatını taş zemine icra edenler, güzel kokular, meydanlar… Postaneyi görür görmez babam ’a kart atıyorum, pulum olmadığı için gider diye dua ederek. Siena’daki Piazza del Campo meydaın muhteşem, insanlar yere yayılmış huzur veren bir manzara sunuyor, oradaki mistik, eski çağ havasının kokusunu veya görüntüsünü yakalamaya uğraşıyor. Piazza del Campo Meydanında geleneksel olarak her yıl mahalleler arasında yapılan at yarışlarıyla çok ünlüdür, eğimli inşa edilmesi bundandır. Vakit kısıtlı olduğundan hızlıca pizza yiyoruz yürüyerek ve ‘bu sokak çok güzel, öteki çok gizemli, beriki iyi fotoğraf veriyor’ derken kaybolup, kalenin uzağındaki diğer girişine geliyoruz. Eyvah, motorumuz oldukça uzaktaki başka bir girişte. Ben biraz mahcup, sebep olduğum zaman kaybı için özür diler gözler ile hızlıca yürüyorum 














Eski şehir surlar ile çevrili. 2-3 ana kapısı var ve sadece bu kapılarda giriş yapılabiliyor dolayısıyla birini kaçırdınız mı 1-2 km yürümeniz gerekiyor ve biz yürüyerek motorumuza ulaşıyoruz, biraz yoruluyoruz. Yol alma zamanı geldi. Siena’ya veda edip Floransa ‘ya yollandık. Keyifli otoyolu takip ederek 1,5 saatte Floransa’daydık.







Bu şehir de inanılmaz derecede etkileyiciydi ve burada en azından 1 gece kalmadığımız için kendimize kızdık. Aslında ilk planımda Floransa da konaklama vardı ama günleri ve seyahati sıkıştırmak adına ve daha önce gitmiş arkadaşın tavsiyesi ile Floransa’ya günü birlik ziyaret yeterli yanılgısına düşmüştük. Enfes Arno nehri, şahane köprüleri, sanat eseri meydanları ile Floransa unutulmayacak bir şehir. Görülmesi gerek o kadar çok yapı var ki anlatması çok uzun sürecek, iyisi mi bana en ilginç gelen kapalı köprünün hikayesini anlatıp yolumuza devam edeyim. Bu kapalı köprü Kral Vecchio sarayına yürüyerek nehrin üzerinden gidip gelebilmek için yaptırmış ,köprünün mimarı , Kral ıslanmasın diye yolu kapalı yaptırmış ve yol boyunca dükkanlar sıralamış. Ilk zamanlar bu dükkanlar kasap olarak çalışmış ancak kral et kokusundan rahatsız olunca tüm dükkanları kuyumcu dükkanı olarak değiştirtmiş, hala bu dükkanların neredeyse tamamı kuyumcu olarak çalışmaktadır. Floransa başlı başına bir açık hava müzesi, meydanındaki şahane heykeller, binalar. Özellikle Burak aklına Floransa’yı koyup ayrıldı oradan. Sanırım bize yeniden İtalya yolları görünüyor.

Floransa’da nehrin kenarına motorumuzu park ettik, Burak inerken ayağı boşluğa bastı be ayağını fena incitti, eyvah bu da ikinci felaketimiz mi diye bayağı korktuk. Neyse ki toparlandı, her ne kadar akşam acısını çektiyse de. Motorumuz oldukça yüklü ve ağırdı, hem bu yük hem motorun kendisi hem de ben Burak için oldukça idaresi zor bir durumdu ama öyle iyi başardı ki hakikaten ayakta alkışlanmayı hak etti 


Bu arada motorumuz arızadan sonra şahane gidiyordu, Yunanlı tamirciyi arada hep andık  ve tabi Türkiye BMW ve Yunan BMW’ yi de ‘andık’…!

                                                 *************************

Floransa’dan çıktık, istikamet Venedik, GPS ‘in yanıltmalarına kulak asmadan otobandan tabelaları takip ederek Venedik’e akşam üzeri vardık. Eski şehir suyun üzerinde bir ada, kampımız ana karada ancak emin olmak ve yorgunluktan daha fazla vakit kaybetmemek için eski şehir Venedik’e gidip oradan taksi tutup taksiyi takip ederek hemen yatağımıza kavuşsak mı diye düşündük. Su üzerindeki şahane yoldan Venedik’e girer girmez taksi durağına gidip ‘bize taksi lazım desem de İngilizceleri kötü olduğundan ve tabi ki mantığına bu teklifim ters geldiğinde adamcağız direk harita alıp kampımızı tarif etti…hakikaten tabelaları takip ederek Fusina semtinde yer alan deniz kenarındaki kampımıza ulaştık. Gayet güzel ,temiz bungalovumuza yerleştik ve anında uyuduk ..4 şehri aynı gün görmüş bu bedenler sanırım iflas etti


Sabah şahane bir güne açtık gözümüzü, kampın önünden adaya, yani eski Venedik’e giden çift katlı tekneye atladık, motoru bırakıp başka ulaşım kanalları ile hareket etmek enteresan geldi )) tabi birde büyük kolaylık.

Teknede onlarca yabancı kampçı öğrenci ile birlikte Venedik’e vardık. Hakikaten etkileyici bir şehir. Sular altında kalmaması için uğraşlar sürekli devam ediyor. Eski binalar, taş zeminler, ufak su kanalları, minik köprüler, cam işleri, maskeleri, gondolları ile orayı yaşamak gerekiyor. Orada kaybolmak bence en güzeli, biz kaybolduk, mutlu olduk, dondurma yedik, maske satın aldık, pazarını gezdik, fotoğraf çektik, sergi bile gezdik, taş zemininde yattık, kokladık şehri..muhteşemdi.
























18.30 da yine kampa giden tekne ile dönüp, kampta şahane İtalyan yemeği yedik ve dinlendik. Sabah erkence kalkıp Dolomitlere bir parça dokunup Alp dağlarını takip ederek Slovenya ‘ya geçeceğiz.


Sabah 8.00 de kalkıp motorumuza tüm eşyamızı güzelce yerleştirdik. 3 çanta sabit ve tabi uyku tulumlarımız , satın aldığımız maske ve yağmurluklarımız çantaların dışında ahtapot diye tabir edilen motorlarda dışarıda kalan eşyaları sabitlemek için kullanılan lastikten yapılma file ile sabitlendi. Kamptan, hesabı kapatıp çıkışı yaptık ve ver elini Dolomitler, motorluların hacı olduğu bölge 





İtalya’nın kuzey batısına doğru otobanda yol almaya başladık. Belluno ya birkaç kilometre kala mola verip bir şeyler atıştırdık, biraz dinlenip daldık o harikulade coğrafyaya. Telmozzo kasabasından Slovenya’ya yol ararken Avusturya üzerinden gidelim dedik çünkü GPS in götürdüğü istikamette yol kapalı çıktı. Ve çok detaylı olmayan haritamıza bakarken Slovenya’ya Avusturya üzerinden geçmeye karar verdik. Kasabadan çıkarken hafif bir çiseleme ile başlayan yağmur feci şekilde bastırınca ilk gördüğümüz kafe tarzı bir yere yanaşıp yağmurlukları giydik ve havayı beklemeye başladık. O anda bir başka motorlu abimiz de yanaşıp o da tulumunu giydi. Önce baş selamı ile yan yana durmaya başladık ,yağmur hafiflemek bilmiyordu. Sohbete başladık, Avusturyalı dostumuz işte çıkıp İtalya’ya şöyle bir uğrayıp biraz yol yapıp evine dönmeyi planlıyormuş. Biz yol niyetimizi anlatınca neden Slovenya’ya Avusturya üzerinden gittiğimizi sordu. Yol kapalıydı dedik, anlam veremedi, ardından bayağı eski görünen ve sahibi de korku filmlerindeki kötü adamları andıran restoran –kafede kahve içmeye ve yolu konuşmaya davet etti. Kahvelerimizi ısmarladı ve ödetmedi, bize şahane bir yol tarif edip motorluların kullandığı detaylı haritasını hediye edip, birlikte fotoğraf çektirip, mail adreslerimizi de değiş tokuş yapıp bizi yolcu etti. Hemen U dönüşü ile haritayı takip ederek yolumuza şahane İtalya kasabalarının içinden kıvrılarak yolumuza devam ettik.




Yükseklik arttığı için harika bir ısı , tepemizde pırıl pırıl parlayan güneş, kameramız çekimde kasabalara daldık. Birden bire asıl cennete düştük sanki. Göller, görkemli dağlar, sarp kayalıklar, nehirler, yeşil.. yeşil.. Bu düzen ,bu temizlik ,bu evlerini rengarenk çiçekler ile süsleme aşkı.. minik kasaba ve köyler bizi feci şekilde cezbetmeye başladı. O gece plan Slovenya Bled de kamp yapmak idi ama ikimiz de öylesine etkilendik ki bu coğrafyadan ,buralarda mı kalsak 1 gece dedik ve biraz daha gidip Slovenya’ya yakın bir İtalya kasabasında gecelemeye karar verdik.


Tolmezzo kasabasına girdiğimizde o şahane ortamı, cıvıl cıvıl sokakları, güzel insanları ve binaları görünce , hadi burada kalalım dedik. Kasabanın merkezinde turist bilgilendirme ofisine gidip bu civarda çok pahalı olmayan otelleri sordum. Anında harita ile 2 yer tarifi aldım, geceliği oda +kahvaltı 40 Euro ya sakin bir sokakta gayet güzel bir otele yerleştik. Otel sahibi öyle cana yakın bir adamdı ki bizi motorlu görünce motorumuzu kendi garajına almamızı söyledi. Yerleştikten sonra yemek yemek üzere işlek caddesine gittik kasabanın. Tabi bu civardaki tüm kasabalar kış tatillerine hitap ediyor. Müthiş kayak pistleri ile kışın bu bölgelerin çok daha farklı göründüğüne eminim. Ufak ve bayağı eski bir restoranda yemek yedik, o gece meydanda konser vardı . Etrafı gezip, biraz insanları izleyip otele döndük. Hava serin ve hafif yağmurlu olduğundan biraz üşüme ,biraz ıslanma ile odaya dönüp dinlenmeye çekildik.

Sabah kalkıp Slovenya sınırlarına girmemiz gerekiyor.

Sonraki gün yine erkek kalkıp hesabımızı kapatıp motorumuzu yerleştirip yola koyulduk. Çok etkileyici yollardan Slovenya’ya ilerliyorduk. Sağlı sollu orman, göller, dağlar ,bisikletliler ,motorlular ve karavanlılar ile bizde uyum içindeydik. Bol virajlı, kıvrıla kıvrıla ilerleyen şahane yollar bizi kendimizden geçirdi. 1 saat gittikten sonra bu işte bir gariplik olduğunu hissedip haritaya bakmaya karar verdik. Çünkü Slovenya sınır kapısından geçmiştik ama sanki batıya gitmek yerine güneye doğru ilerliyor gibiydik. U dönüşü ile bir miktar yolu geri dönüp 4 yol ağzında durup birilerine sormaya karar verdik. GPS ‘e hele hiç güvenmiyorduk. El atıp durdurduğumuz motorlular tabi ki hemen yardımcı olmaya çalıştılar, 60’larında bir amca çıktı kaskın altından , maalesef Almanca dışında bir lisan konuşmuyordu ama en azından yanlış yolda olduğumuzu anlatmaya çalıştı. Ardından bisikletli bir arkadaşı durdurup sorduk (sanırım adamın kondisyonunu da bozduk ). Slovenya’ya gitmek için yola çıktığımız kasabamıza geri dönüp oradan başka bir yolu takip etmemiz gerektiğini söyledi. Kısaca 2 saatimiz gitti ama şahane yerler gördük. Kasabaya döndük ve yeni yoldan Slovenya’ya girdik.












Bu ülkelerde sınır kapıları olmadığından , yada var ama görevli kimse olmadığından hangi anda ülke değiştirdiğini anlayamıyorsun  ,bu garip bir özgürlük duygusu veriyor insana . Slovenya harika coğrafyası ile bize ‘hoş geldiniz ‘dedi, ülke sanki İtalya’nın devamı gibi, sınıra yakın yaşayan insanların çoğu İtalyanca konuşuyor, ev tipleri aynı.. yol bizi acıktırdı..

İtalya ‘da lezzetinden çok fazla etkilenmediğimiz yemeklerden sonra Slovenya’da ilk yemeğimiz çok özlediğimiz tavuk, patates, salata üçlüsü oldu, şahane kayak merkezi olan bu kasabada yemek yedikten sonra ben etrafıma bakınırken , ki etrafa hep çok iyi bakmak gerekir ;) , bazı güzellikleri yakalamak ancak bu şekilde gerçekleşebilir, telesiyejleri gördüm, ardından onların kenarında inen rayları…Bun ne ola ki diye düşünürken tabelaları inceledim, telesiyej ile tepeye çıkıp oradan tek kişilik ufak arabalar ile bu raylara sabit şekilde aşağıya inen eğlenceyi keşfettim. Israrlarımla bunu denemeye karar verdik. Motoru park edip, kaskları da biletçi kıza emanet ederek, kişi başı 6,5 Euro ya telesiyejde tepeye tırmanmaya başladık. Burak başına GOPRO kamerayı taktı ve olayı videoya baştan sona kaydetti . Bu parkurda bu rayların oldukça dik olarak indiği noktaları gördükçe içim pır pır etmedi desem yalan olur. Tepeye çıkıp o ufak arabaya binip, kemerimiz sıkılınca geri dönüş olmadığını anladım. Bacakların arasında bir kol ile bu aracı kontrol ediyorsun. İleri itince gidiyor, kendine çekince araç yavaşlıyor hatta duruyordu. Peki.. hadi bakalım. Önce Burak’ı yolladım ki hızlanıp bana yetişmesin ve beni panik etmesin diye. O birde ağır gövde ile bazı dönüşlerde sanki araçta yıkılacakmışsınız gibi hisle o parkuru nasıl tamamladı bilmem. Çok farklı bir deneyimdi.. çok eğlendik.




Eğlence parkurumuzu geride bırakıp motora doğru ilerlerken bir kalabalık, müzik , eğlence üçlemesi ile parkta bir kutlamanın yapıldığını gördük. Kasaba halkı oturmuş meydanda yapılan yerel /geleneksel dans gösterisi izliyordu. Bir kenarda müzisyenler coşku ile çalarken , diğer yanda yemekler pişiyordu. Biraz izleyip fotoğraf aldıktan sonra atladık motorumuza ver elini Bled. Şahane yollardan geçerek keyifli bir sürüş yaptık. Öğlen gibi Bled şehrindeydik. Bled gölü ile meşhur şehir bizi hemen kucakladı. Kendimizi öylesine mutlu hissettik ki ikimizin de içi kıpır kıpır oldu. Slav ülkelerine ilerledikçe bu rahatlama ve mutluluk giderek arttı, Makedonya’da tavan yaptı. Şöyle bir gerçek var ki Slav ırkın insanları daha saf, sıcak olabiliyor dolayısıyla insana bu ülkelerde gelen hisler çok başka, en azından biz böyle hissettik.






Şehrin ortasındaki masalsı göl ve gölün ortasındaki minik adacık, adacığın ortasındaki şahane kilise.. sözler yetersiz görüntü bu sefer daha iyi anlatacak.


Bled’de kampta çadırda kalacaktık ama vaz geçip göl kenarında güzel bir pansiyon bulup yerleştik. Üstümüzü ciddi (!) şekilde hafifleterek , yani mayolarımızı giyerek gölün kenarına indik. Pansiyonumuzdan kamp bölgesine kadar göl kenarından tahtadan harika bir yürüme yolu yapmışlar, onu takip ederek ‘kumsala’ ulaştık. Herkes sere serpe uzanmış güneşleniyor, kitap okuyor, gölde yüzüyordu. Hemen yorgunluğumuz uçup gitti. Yüzmedik ama dizimize kadar ıslandık. Biraz keyif yaptıktan sonra kayık kiralayıp gölün ortasındaki adacığa gitmeye karar verdik. Pansiyonun önünden yarım saat için 15 Euro ya kayığımızı kiraladık. Burak asıldı küreklere. O ne huzur, o ne dinginlik, ses yok, doğa huzurla kuşatıyor.. Birer tane de bira kaptık, değmeyin keyfimize. Yavaş yavaş adaya yanaştık, kayığımızı bağladık. Gençler kıyıdan adaya yüzme yarışları yaparak eğleniyorlardı. Ben yine birkaç fotoğraf çektikten sonra birde adadan ana karaya baktım, doğa ne güzel bir resim yaratmış, hep, he zaman hayran kalıyorum..kayığımız binip adanın etrafını dolaşarak saatimizi doldurduk ve kayığı teslim ettik. Ardından güzel bir yemek yiyerek günü noktaladık.












Sabah kalkıp kahvaltı ettikten sonra benim otelden aşırdığım 5-6 ekmek parçası ile göldeki ördekleri besledik. Elimizden yedi keratalar. Muhteşem nilüfer çiçeklerine de göz kırptıktan sonra veda zamanı geldi. İstikamet Hırvatistan – Split şehri .

Yolda ilerlerken mola verdiğimiz bir benzincide ben marketten bir şeyler alıp çıktıktan sonra Burak'ın yanında bir motorlu gördüm,sohbet ediyorlardı,  yabancıya benziyordu, yaklaşıp  ' hello' dememle gülümseyerek 'merhaba ' demesi bir oldu , ben şaşkın vaziyette bakarken Burak tanıştırdı, İsviçre'de yaşayan ve motorlu hayat aşığı Murat abi , motoru ile tek başına yol yapıyordu. Başladık sıcacık sohbete, yıllardır İsviçrede yaşıyor, eski Istanbullu, motoru ile seyahet ediyor,arada İstanbula geliyor. Sohbet öyle tatlı ki bitecek gibi değil ,yollar da bizi bekler..İstanbulda görüşmek üzere ayrıldık.Sevgili Murat abimiz ile hala yazışıyoruz ve onu dört gözle bekliyoruz..:)



O gün mümkün olduğunca yol yapıp, en azından yolu yarılayıp Dubrovnik’e yaklaşmamız gerektiğini düşünüp ona göre yeni planlarımızı ve rotamızı oluşturduk. Çünkü Bled’ten Dubrovnik yolunu aynı gün gerçekleştirmek çok yoracaktı.


Slovenya’dan yine çok rahat bir şekilde Hırvatistan’a girdik. Yol otoban olduğundan rahat ve hızlı ilerliyorduk. Bir ara yağmur bastırdı ve biz ilk benzin istasyonuna sığındık. Birer kahve biraz abur cubur derken güzel güneş yüzünü gösterdi. Bizimle aynı istasyona sığınan motorluların sanırım acelesi vardı, çok bekleyemeden çiseleyen yağmur ile yola koyuldular. Biz biraz daha bekledik. Bir başka aceleci KTM ‘li (bir motor markası) yanaşıp acele ile yağmurluklarını giymeye başladı, ben sohbet başlattım, acele etmemesini önemli olanın sadece kendisi ve sağlığı olduğunu söyledim. Bunu söyledim çünkü kendisi Hvar adasına gidecek feribota yetişmeye çalışıyordu, tatile resmen koşuyordu . ‘ Bunları aklımda tutacağım’ deyip yağmura rağmen gazladı, arkasından gülümseyerek baktık ve bir şey olmaması için dua ettik. 5 dakika sonra yağmur durdu , biz yağmurluklarımız ile yeniden yola çıktık. Gün yavaştan batıyordu, ardımızda güzel bir gün batımı bırakıyorduk. Split şehri de Hırvatista’nın turistik şehirlerinden biridir, deniz kıyısında. Maalesef gezemedik, vaktimiz yoktu ve yorgunduk e tabi birde otel bulmamız gerekiyordu. GPS ten birkaç otel arattık. İlk gittiğimiz otelde oda yoktu ,bize başka bir yer tavsiye etti. Güzel bir otelde dost canlısı resepsiyonist kızlar ile konuşup fiyat aldıktan sonra motoru garaja soktuk. Ardından kızlardan biri uygun fiyatlı odalarda maalesef yer kalmadığını ama bu yanlış bilgilendirmelerinden dolayı özür dileyip, bize pahalı tarafta ama ucuz fiyattan oda vereceklerini söylediler. Sarılıp öpesim geldi . Gerçekten bu gezide o ana kadar Yunanistan’daki dağ kasabasından sonra kaldığımız en şık oda ile karşı karşıyaydık. Mini Bar’a yumulduk, yayıldık, biraz internet biraz kitap ve uyku göz kapaklarımı kapattı.





Sabaha yine güzel bir kahvaltı bizi bekliyordu. Yolumuz Dubrovnik’e doğru. Toparlanıp motoru yükledik ve önce Mostar ardından Dubrovnik yapacak şekilde rotamızı ayarladık. Mostar’ı takip ederek sıcakla da boğuşarak yoldan Bosna Hersek’e saptık. Uzun ince bir yolda keyifle ilerlerken sınıra geldik. Polisler Türk pasaport görüp bizi hemen yolcu ettiler, Bosna Herzigova tabelasının altında hatıra fotoğraf çekip Mostar’a yöneldik. Yolda Müslümanlığın izleri öyle çoktu ki. Müslüman ve Hristiyan köyler mezarlar yan yana ,iç içe. Tabelaları takip ile Mostar’a girdik, önümüzde 60-70 yaşlarında Chooper (motor cinsi) lı karı koca, yanlarında durduk. Yarı Türkçe yarı İngilizce sohbet ettik Mostar köprüsünü sorduk. Bizi takip edin dediler amca ile teyze, öyle tatlılardı ki, kendileri, görünüşleri.. Bir yere kadar bizi götürüp Mostar köprüsünü gösterdiler ve bizi uğurladılar coşku ile. İşte o şirin köprü, o cami, o taş evler karşımızdaydı. Motoru park edip daldık taştan binaların arasına. Gözümüze ilk kestirdiğimiz lokantaya oturduk ,Sempatik Bosnalı garsonumuz şahane İngilizcesi ile bize çok güzel yemekler getirdi. Güzelce doyduktan sonra Köprüyü görmeye gittik. Oldukça kalabalıktı, kulağımıza sürekli Türkçe çalınıyordu, etraf Türk turist kaynıyordu. Birkaç fotoğraftan sonra Türk kahvesi ismi ile sunulan ve reklamı yapılan ama bizim kahvemiz ile alakası olmayan sadece öyle görünen içeceği içemedik bile , o sırada 1-2 genç mayoları ile köprüye çıkmış ,suya atlama numarası yapmak için turistlerden para topluyordu. Ama sanırım ıslanmaya değmeyecek bir miktar topladı iki vaz geçip topladığı paraları geri verdi. Eskiden genç erkekler sevdikleri kızlara aşklarını ispatlamak için köprüden atlarlarmış. Güzel birkaç kare fotoğraf çekmeyi beklerden üzüldüm, birde kötü kahve biraz keyfimi kaçırdı. Tam Mostar’dan ayrılacaktık ki motorlu bir Türk Burak’ın yanına yaklaşıp sohbete başladı , Kosova’da sorun olduğunu oradan geçmememizi tembihledi.






















Gezimizin başında Kosova’da askeri bir sorun olduğu haberini aldık ve kara kara rotayı nasıl yapalım diye düşünürken böyle bir durum ile karşılaşınca Kosova üzerinden yapacağımız rotayı yeniden gözden geçirmeye karar verdik. Konuştuğumuz bu çift bizim rotamızın tam tersini yapıyordu ve yolda karşılaştıkları askerlerin Kosova’ya girmemelerinin daha iyi olacağını tavsiye ettiğini söyledi bize.





Mostar’dan ayrılıp Dubrovnik yoluna düşme vaktiydi. Hava oldukça sıcak ve nemliydi. GPS e güvenip muhteşem yollardan Dubrovnik’e yol almaya başladık. Köylerin içinden ,daracık yollardan ilerliyorduk, biraz garip gelse de bu yollar, doğru yolda olduğumuza inanmak istiyorduk. Bir köy bakkalında mola verip bir şeyler içtik ve devam ettik. Birkaç polisin olduğu bir bölgeden geçtik, kimse ne baktı ne durun dedi ne de herhangi bir uyarı yaptı. Bir süre daha gittikten sonra sınır kapısına benzeyen bir yere geldik. Dağlar arasında ıssız bir bölge. .Birkaç polis öbekleşmiş sohbet ediyor, aralarından biri bizi görüp, ‘sizde nerden çıktınız yahu’ der gibi bir kol hareketi ile yanımıza geldi. Dubrovnik ‘e gittiğimizi GPS ‘in bizi buraya getirdiğini anlattık, meğer orası Bosna ‘nın Hırvatista’ nın içinde yer alan ufacık toprak parçası ve o ilk gördüğümüz polisler o toprak parçasının sınır giriş kapısı ,şu an karşımızda duran ise sınır çıkış kapısıymış ve bu yol artık Hırvatistan’a giriş için kullanılmıyormuş. Geri dönüp deniz kenarına gitmemizi ve oradan devam etmemiz gerektiğini söyledi. E döndük tabi, ve şahane Dalmaçya sahilinden Dubrovnik’e yol almaya başladık.




Dubrovnik tabelalarını ve GPS ‘i takip ederek şahane Dubrovnik’e giriş yaptık. Kalacağımız otel , kale duvarlarının içinde yer alan eski şehrin göbeğinde bulunuyordu. Dolayısıyla motorumuzu kalenin 3 girişinden biri olan orta girişin hemen dibindeki oto ve motor parka bıraktık. Motoru doğru yere bıraktığımıza emin olmak için Burak motorla kaldı bende aldım elime GPS ‘i ,daldım kalenin içine , eski şehre, oldukça yorgun, üzerimde kilolarca giysi ile otelimizi aramaya başladım. Daracık taş sokaklara dağılmış lokantaların masalarının arasından geçerek takibe başladım, lokantalardan birinde görevli kadın önümü keserek ‘ yemek yemek istermisiniz?’ buyurdu, o yorgunluk halim, üzerimde motor kıyafetlerim ile kadına çemkirdim tabi. Otel denen yer eski daracık taş bina. Orada çalışan aynı zamanda üst katımızda yaşayan yarı Hırvat yarı Makedon komik insan pizzacı kadın, odacı, her şeyci teyze bizi karşıladı. Sıcacık şeker bir kadın. Oteli bulmanın sevinciyle geri dönüp motor başında bekleyen Burak’a haber verip eşyaları yüklenip zor zar o dik merdiven ve daracık taş yollarda ilerlemeye başladık. Otele yaklaşınca orada çalışan genç koşarak bana yardıma geldi ama Burak’taki eşyalar daha ağır olduğundan hemen çocuğu ona yönlendirdim. Bina oldukça yaşlı ve her kokunun katlarda keyifle gezdiği bir taş bina, giriş katında pizzacı da olduğundan pizzalarda kullanılan envai çeşit koku odamızdaydı , eski, yüksek tavanlı odamız gözümüze hoş göründü.




Hızlıca yerleştik ve attık kendimizi Dubrovnik sokaklarına, sezon olduğundan oldukça kalabalık buna rağmen nefis bir görsellik sundu bize. Hemen söylemeliyim, buraya kesinlikle sezonda gelmek doğru değil. Eylül ekim en güzel zamanıymış ,bunu otelimizdeki şahane teyze de teyit etti ve bizi o kadar sevdi ki ‘artık Dubrovnik te bir eviniz var, mutlaka eylül ekimde gelin ,bekliyorum ‘dedi, biz de Dubrovnik’te evimizin olduğunu öğrenince mest olmuş vaziyette teşekkür ettik, sarıldık, ‘geleceğiz’ dedik..





Kale içinde yer alan eski şehir nereye baksan seni tarihte yolculuğa davet ediyor, ana caddesi en kalabalık ve enteresan yeri, yıllar ,adımlar yerdeki taşları parlatmış. Sağlı sollu taş binalar aynı taş cinsinden dantel örer gibi örülmüş, üst katlar hala ev , giriş katlar , ufak ufak dükkanlar, hiçbir fazlalık , çıkıntılık ,göze kötü gelen bir şey yok. Sokağa taşma asla yok, tüm sunumlar ,dekorlar ve vitrinler o ufacık dükkanlarda olabildiğince yapılmış ve bence herkes mutlu, caddenin bir ucu kiliseler ile sonlanıyor ve kale dışına çıkıldığında deniz sizi karşılıyor, diğer ucu şehre açılan kapı ile son buluyor. Ana caddenin paralelindeki sokaklar da çok güzel, daha sakin, yine şahane şeyler bulacağınız minnacık dükkanlar, güzel yemekler var. İlk günümüzü bu şekilde avare avare gezerek noktaladıktan sonra. Derin yorgunluğumuza yenilerek uykuya dalacakken arada 1 mt genişliğindeki sokağımızın karşı binasının girişindeki disko müziği bizi yatağımızda zıplattı, öyle bir ses ki tüm atraksiyonlar odamızda gerçekleşiyordu, baslar son ses vuruyor, gençler çığlık atıyor dünya odamızda eğleniyor.. Cam kapama işe yaramıyor, saat 02:00 ye dek devam eden bu gümbürtü ile yataklarımızda dönüp duruyor bir yandan sayıp sövüyoruz, ben kulaklarıma tıkaç tıkayarak uykuya geçmeyi başarabiliyorum ve kalacağımız sonraki gecenin bu şekilde geçmemesi için dua ediyorum.















Sabah kalkıp kalenin dibindeki şahane Adriyatik denizinin sularına kendimizi bırakmaya gidiyoruz. Şezlonga yerleşip keyfe dalıyoruz, plajın bir kısmı ücretli şezlong ve şemsiye ,diğer yarısı halka açık, herkes uyumlu, dünyanın neredeyse her ülkesinden insanlar güneşin, kumun, denizin tadına bakıyor. Güzel bir gün geçiriyoruz, akşam kalenin sahil tarafından oldukça rağbet gören deniz ürünleri restoranında yemek yemeye karar veriyoruz. Servis edilen yemekler eski tip tencereler ile geliyor ve oldukça güzel bir görüntü sergiliyor, yemekler ağzımıza layık oldukça lezzetli geliyor ta ki ben sonraki sabaha uyanıp o kötü gerçek ile karşılaşıncaya kadar…Sabah saat 8 gibi kalkıp hazırlandık, benim midemde hafiften yanmalar başladı. Eşyalarımızı motorumuza yükledik , otoparka para ödemeden yola koyulduk, benim midem , artan bir şiddet ile yanmadan ağrıya dönüştü ve yapılmaması gereken en büyük hatalardan birini yaptığımı fark ederek kahroldum, motorla uzun yol öncesi bilmediğin bir yemeği fazlaca yemek , hele ki bu deniz ürünü ise çok büyük bir hatadır ! İş işten geçmişti, ilk benzinciden soda alıp yol boyu içerek midemi rahatlatmaya çalıştıysam da kökten bir çözüm getiremedim, ara ara azalan ağrılarım ile yol alıyorduk, Montenegro’ ya girdiğimizde kendimi oldukça kötü hissediyordum ama geziyi geriletmemek adına çok şikayet etmemeye uğraşıyordum, yanımızda sadece talcid vardı ki o da bir işe yaramadı, güzel Montenegro sahillerini o mide ağrısı ile zihnimde film şeridi gibi hatırlıyorum. Bir ara oldukça kötü hissettim ve ilk boşlukta Burak’tan motoru durdurup kusmam gerektiğini söyledim, yola devam etmemiz gerekiyordu, bekleyecektim , midem kendi kendini iyileştirmek zorundaydı. Montenegro da denizin böldüğü yolun ufak bir kısmını arabalı vapur ile geçtik ve köy yollarından devam eden yolculuğumuzda yine molaya ihtiyaç duyuyorum ve bir bakkalın önünde durup asfalta yatıyorum, bizi ilgi ile izleyen teyze Hırvatça bir şeyler söylüyor, duyacak, anlayacak ,cevap verecek hatta ondan yana bakacak halim yok. Aradan 3-5 dakika geçiyor teyze elinde bir su bardağı içinde bir sıvı ve 1 lt lik su şişesi ile geliveriyor. Şaşırıyorum, minnet gösterecek bile halim yok ama teyze içmem için zorluyor, en azından bir yudum, bakıyorum bana şekerli su hazırlamış, kısaca serum hazırlamış , Burak’ın da baskısı ile 1 yudum alıyorum, suyu da yüzümü yıkamam için uzatıyor, reddediyorum. Öyle kötü hissediyorum ki kalbi kırılır mı düşünemiyorum bile.. biraz daha soda içiyorum ve geçmemiz gereken daha 3 ülke olduğunu hatırlayarak kalan son gücümü de harcayarak motora atlıyorum. İstikamet Arnavutluk- Kosova-Makedonya…






Kosova’da çıkan ufak çaplı halk-polis sürtüşmeleri yüzünden yolumuzu değiştirip Arnavutluk üzerinden gitmeye karar veriyoruz. Gece Üsküp-Makedonya da konaklayacağız. Pasaportlarımıza doğru düzgün bakmadan Arnavut polisi bizi içeri buyur ediyor, sınır kapısı öylesine görünmez ve ülke değiştirdiğine dair hiçbir tabela, gösterge yok ki Arnavutluk’u algılamamız biraz zaman alıyor.



Maalesef ülke çok iç açıcı manzaralar sunmuyor bize, köyler oldukça bakımsız, yollar iyi değil. Ama insanları güler yüzlü, sıcak. Midem biraz daha iyi, zavallı , kendi kendine motor tepesinde iyileşmeye başladı. Alpet benzincisinde çok kısa bir mola verip Kosova yollarını arıyoruz, Türk olmamız ve motorlu olmamız bundan sonraki ülkelerde bizi gururlandırıyor. Gülen yüzler, misafirperverlik, alçak gönüllülük, hayranlık, yardımseverlik bizi kucaklıyor. Sınırlardaki polisler, vatandaşlar.. Arnavut olan eniştemin tarifi ile Kosova’ya Türkiye’den bir firmanın yaptırdığı şahane Arnavutluk otobanında yol alıyoruz. Sağlı sollu öylesine güzel bir doğa sarıyor ki bizi, ‘insanın olmadığı yerler hep mi güzel’ demeden edemiyoruz. Rahat ve yormayan bir yol, Kosova sınırına yaklaşıp pasaport ,evrak hazırlığına başlıyoruz. Birden bire gayet iyi Türkçe konuşan Kosova polisi yanımıza yaklaşıyor, başlıyoruz sohbete, yaptırdığımız Avrupa araç sigortamız maalesef sadece Kosova’da geçmediğinden ‘bir zahmet’ 15 eur ‘luk sigortayı yaptırmamızı rica ediyor polisimiz ve bundan dolayı özür diliyor , biraz sohbet biraz yol tarifinden sonra bizi gülerek yolcu ediyor.





Kosova ‘nın tozlu daracık yollarında ilerlerken Arnavut plaka bir cip önümüze geçip, el kol sallayarak bizi durduruyor, endişe ile acaba ne oldu diyerek sağa çekiyoruz, cip tozu dumana katarak yanımızda duruyor ve bizi şaşırtıyor: Merhaba, Kosova sınırında sizi gördüm, Türkçe konuşuyordunuz Türkiye’densiniz, biz buralıyız, telefonumu vereyim, bir derdiniz ,ihtiyacınız olursa hemen koşarız’ dedi.. Türkçe.. biz 5 saniye olayı algılamakta zorlansak da toparlanıp içten teşekkürlerimizi sunuyoruz, bugün ülkeyi terk edeceğimizi söyleyip ayrılıyoruz ve bir şahane davranış daha diyerek Türk olmanın bu toparlaklarda ne demek olduğunu anlıyoruz.



Midem iyice toparlanmış vaziyette ilerliyoruz, acıktık ( tabi akşamdan midem bomboş olduğundan yavaştan açlık hissi oluşmaya başladı). İlk benzincide Kafe’yi gözümüze kestiriyoruz. Balkan ülkeleri hamur işlerinde güçlü  olduklarından hemen krep ısmarlıyoruz. Ben midem fesatlığı çekmemek adına ufak porsiyon söylüyorum. Şahane bir şey geliyor ben yarım krep yer yemez mide olanları hatırlıyor ve yeniden alarm vermeye başlıyor. Tuvalete koşup yediklerimi hızlıca çıkartıyorum, soda içiyorum , Burak afiyetle 1,5 porsiyonu mideye indiriyor. Yola düşme vakti, nereden bileceğiz ki bizi seyahatimizin en kabus saatleri bekliyor. Kosova ‘ da gidiş -geliş incecik bir yoldan ilerlemeye çalışıyoruz, hem yol çalışmaları hem işten çıkma saati hem tek şerit olması yolu tıkıyor, insanların 4 yol kavşaklarında birbirine yol vermesi (trafik ışıkları fazla yok) yolu çok yavaşlatıyor durma noktasına getiriyor, yan çantalar ile birlikte genişliğimiz neredeyse araba kadar olduğundan ortadan ilerleyemiyoruz, yol iyi durumda olmadığından sağ taraf mıcır ve toprak , dolayısıyla orayı da kullanamıyoruz. Dur kalk yapmaktan sırtım ve belime ağrı girmeye başlıyor, mutsuzuz, yol uzun ve çok kalabalık.. birden arkamızda bir ses ile irkiliyoruz, kamyonundan beline kadar sarkmış , ağzında diş kalmamış ama gülümseyen kamyoncu kendi dilinde fakat tanıdık el işaretleri ile beklemememizi, ortadan basıp gitmemizi söylüyor, İngilizce ‘ya polis? ’ diyoruz,’ olmaz bir şey gidin ‘buyuruyor. Bu gazla ve bıkkınlıkla, kim tutar bizi.. Burak cesaretleniyor ve başlıyor ortadan gitmeye, karşıdan az araç geliyor ama gelenler de bize yol vermek adına tarlalara, mıcıra giriyorlar. Bunu şaşkınlık, mutluluk ile izliyoruz. Yolumuz birden açılıyor ama yaklaşık 3 saat kısacık yol bize ömür gibi geliyor. Akşam’a doğru Makedonya’ya varıyoruz, yine rahatça sınırdan geçiyoruz ve Üsküp’e yollanıyoruz, tek istediğimiz sıcak duş ve yatak… Üsküp şehrine giriyoruz ancak karanlık ile birlikte yön bulma kabiliyeti de yarıya düşüyor. Yolda durup GPS ‘e oteli girmeyi deniyoruz, birden yanımıza bir araba yanaşıyor. İlginç olan bize bu şekilde yanaşan araçlara karşı korku yerine mutluluk ile yaklaşıyoruz, hislerimiz bizi yanıltmıyor yardıma ihtiyacımız olup olmadığını soran birileri daha . Evet diyoruz, otelimizi tarif ediyoruz, Yunan konsolosluğunun hemen karşısı olduğundan biliyorlar ve onları takip etmemizi söylüyorlar, bizi otelimize bayağı yaklaştırıyorlar, trafik ışıklarında arabadan inip bize son tarifini yapıyor, bu sevimli Üsküplü karı kocaya çok teşekkür ediyor ve o günün motora son binişimizi gerçekleştiriyoruz. Sürünerek motordan iniyoruz, bu gezideki en zor günümüz. Aynı gün 5 ülke birden görüyoruz… Yürüyerek değil sürünerek odaya çıkıyoruz, duş ve biraz yatar vaziyette dinleniyoruz. Acıktık, otel sahibi sıcakkanlı genç bizi hemen yan sokaktaki lokantaya götürüyor. Çok memnun kalacağımızı da garantiliyor. Sakin , şirin bir aile kafe-restoranı. Ben sadece salata söylüyorum zira korkuyorum, yeniden mide sorunları çekmek istemiyorum Burak şnitzel yiyor. Hesabı istiyoruz, Euro olarak ödeyebileceğimizi söylüyor, fiş geldiğinde 60 gibi bir rakam görüyoruz, şaşkınlık ile bu kadarcık yemeğin nasıl 60 Euro tuttuğunu soruyorum, garson çocuk bunun Makedon parası cinsinden olduğunu, hesabın 7 Euro civarında olduğunu söylüyor ))))), 10 Euro bırakıyoruz . Ve koşarak yataklarımıza uykuya geçiyoruz. Deliksiz bir uyku…


Sonraki gün Yunanistan’ da kalmayı planlamıştıkı ancak bundan sonraki yolumuzun otoban olmasından ve ülkemizi özlediğimizden Saroz’daki yazlığa gitmeyi ve orada 2 gün dinlenmeyi karar veriyoruz. Selanik’te sahilde otel rezervasyonumuz var ama umursamıyoruz be basıyoruz gaza ))


Üsküp’te bizim bulunduğumuz bölgede görülecek bir şey yok, yada belki biz artık yorulmuş ve ülkemizi özlemiş durumdayız. Üsküp’ü ardımızda bırakıp güzel bir otobanda sürerek Yunan sınırına uçuyoruz, Makedonya’da otobanda birkaç yerde ödeme yaptıktan sonra (ki çok saçma bölgelerdi, 20 km gidip yeniden aynı yolda olmana rağmen ödeme yapılıyor) otobanda duran 2 polis el işareti ile bizi durduruyor. 5000 km boyunca hiç durdurulmayan bizler biraz şaşkın ama rahat , sağda durup polisi bekliyoruz, Burak aynadan polislerin birbiri ile konuşmalarını izliyor ‘Türk bunlar’ demelerine şahit oluyor. Polis yanımıza gelir gelmez Türkçe ‘ merhaba komşu’ çekiyor , çok az sohbet ederek , yüzünde kocaman bir gülümseme ile yolcu ediyor. Biz sevinçli, biraz yorgun basıyoruz gaza. Yunan sınırından pasaportlara bakılmadan geçiriliyoruz. Ve işte Yunan Otobanı, Atina ardından Selanik tabelalarını takip ederek yol alıyoruz. Öğleden sonra 15 gibi Yunan –Türk sınırı görünüyor, hemen geçiyoruz, sağlı sollu askerlere selam çakıyoruz, hepsine tek tek, ben ağlıyorum, nasılsa kaskın içinden kimse farketmez.. Bu duyguyu burada anlatmam mümkün değil.. garip bir sinir boşalması, rahatlama, özlem, mutluluk hepsi aynı anda gelip bizi çarpıyor. İpsala’dan Erikliye yollanıyoruz, Burak hiç olmadığı kadar hızlı gidiyor, çığlık çığlığayız.. yolun ortasında önümüze 5 ile çıkan kartal arabaya bile kızmıyoruz sadece ..Türkiye’ye gelmişiz )) diyoruz.. ailemiz bizi bir gün sonra bekliyor biz karşılarında beliriveriyoruz, şaşkınlık, mutluluk , karışıyor.. ne başardık, neler başardık, tek başımıza, 6000 km, 10 ülke, iki teker üstünde…



bir sonraki yolculuğumuzda görüşmek üzere...:)

hayvanlara sevgi, doğaya saygı